
nadide latifesiyle,
Payitahtın
medâr-ı iftihârı..!
mütebessim sanatkâr,
kürdîli hicazkâr.
pek şen müzisyen,
usturuplu komedyen.
sempatik şişman,
bahtiyar kaptan.


neşe, huzur, sağlık.
hikâyeler ayrı; neşeler aynı.
samimi tebessümler.
güzîde sanatkâr Tolga Çevik müdavimi.

HERŞEY..!
al birini, vur ötekine..
al, evir çevir, oku oku..
gör, saf tebessümü..
efkâra düşen milyonların,
“envai çileye rağmen”
maziye 'hadsiz-hudutsuz' hasretini,
Oku, paylaş, huzur bul.

Gelişiniz güle güle..
Gidişiniz güle güle..
Her işiniz güle güle..!

Merhum Safa Önal’ın “Ah Güzel İstanbul” unda, nedamet eden Ayşe Goncagül (Ayla Algan), Haşmet İbriktaroğlu’na (Sadri Alışık) diyor ki; “..Seni dinleseydim, kurbağa iken devekuşu olmaya özenmezdim..”
âcizâne “diyor(um)ki” ..:
Evvela, “Kurbağa-devekuşu” gibi metaforla cezbedilemeyen alâkaya, kifayet edecek samimi-halkın diline müracaat gerek. Zira, külliyen sözümüzün özü; “en doğru” lara “en güzel” lere gayrettir.
Peki bu yetersizliği, hüsranı, düş kırıklığını nasıl anlatırız..?!
Misal, “pire-deve” yersiz mübalağa olur. O halde, şah dahi değilken şahbaz olan, dumura uğrayan, ömrü heba olanlara uygun bir teşbih lazım. Yani illâki bir canlı-kişi gibi isimlerle de değil; “kaş yaparken göz çıkardım..” diye sade fakat maksada hasıl bir ifadeyle nedamet etmeliydi Ayşe..
“Ah”, İstanbul’a. “Yaktın beni..!” diyor, Haşmet.. Halbuki, Ayşe’yi yoldan çıkaran İstanbul değil; kendisi, arzularına esareti..! Bu etkileyici sahneyle ‘hedef’ küçülüyor ve insanların umudunu kursağına tıkayan meşhur “Büyük İstanbul” dan, Ayşe’ye dönüyor, “üç” isimli Ayşe’ye.. “İbriktar” da maziye dairken, “oğlu” yerine “zade” yle nihayet bulsaymış daha münasip olurmuş diyoruz..
Dönemin zihin ve düş gücü, sosyal yapısı, dili, kurgusu, entellektüalitesi dahilinde gayet makuldür deyip şükranlarımızı sunuyoruz, emeği geçenlere hürmet ve muhabbetlerimizi ekleyerek..!

sim
sim döken kan taşları
tutamadığımız şeyler için mıknatıs
içimizin yoklamasından arta kalanlar
mühürle onları başka bir hayat
tropik bir zamandan getirilmiş kumaşları
üzerine tutuyorum bir cinayet romanı oluyor
siyaha kurşun geçmez
şehvetin amblemi
sim
ağacın
gizli
yapraklarına
ulaşıyor
dokun
ve anlat bana şeylerin kederini
goblen bu, pisi otu
tutsak kan, yeşil ejder
simgeleri çoğalırken yoksullaşan gerçekler
geçit vermeyen fay
binlerce tılsım yaratır ancak bir tutkuyu
alışkanlıkları, sözcükleri, ilişkileri kaplayan zar
yırtılıyor uçurum dilimde kalay tadı
sim sus pas sözcükler
göktaşı ayetleri gibi müziğin simine bırak kendini
bırak onlar konuşsun
keith emerson, greg lake, carl palmer
kendi dilimizde oksitlenip dağılacak sanki içimizden geçenler
Haziran 1991
M. Mungan
*
âcizâne "diyor(um)ki" ..:
evvelâ tebrikler, sanat-kendiniz için.
'önce can' tatmini-expressionism.
muhibbana da soframız açık, tabii..!
* yarı değerli kristal kan taşındaki tamburun pörsüyerek sim gibi dökülmesi.
* mıknatıs gibi, hayatın ‘faydalı da olsa’ yoran bin bir detayı..
* tropik kumaş, karanlığın cezbi ve celbi cin-ayet, romanlarla klişe aydınlanma..
* her telden nesne, malzeme, araç, renk, söz, kavram, yol, kişi, yer.. her birinin simgesi-görünümü-çağrışımı.. huzur vermediği gibi karanlığa mahkûm eden ‘şey’ ler..
nihayetinde; ucuz entel düşlerin makus nihayetinde “tılSİM” lere kurban gitme..!(k)
saygılar, sevgiler.

kültür-sanat köşemizin mihenk taşı.
Bursa’mızın medâr-ı iftiharı.
vekil-ü vükelâ, nazır, mutasarrıf,
Hâk ile yeksan, anda O’na vakıf..!
bordro-paycheck derdindeki modern köleliğe atıf.